İlk çağlardan beri konuyla ilgili herkes, kendine göre bir “edebiyat” tanımı yapmıştır. Bu tanımlar söz, anlatım, konu, bakış açısı, ayna tutma, taklit merkezli olagelmiştir. Bu konuda söylenmedik söz ya da yapılmadık tanım kalmamış olsa da “edebiyat”ın, dilin sanatsal kullanımı için öngörülmüş bir terim olarak karşımıza çıktığı tezi ortak bir sonuçtur.
“Edebiyat” teriminin, bizde ve Avrupa’da değişik anlatılış biçimleri, çıkış noktaları vardır. Bizde Arapça “edeb”, Avrupa’da ise Latince “littera” sözcüklerinden türediği bilinir. Son yıllarda “edebiyat” kavramı için Türkçe “yazın” sözcüğü de kullanılmaya başlanmıştır.
Dünyada ve bizde, “edebiyat”ın kaynağı ve ilk hareket noktası dildir.
Dilin ne olduğu, amacı, yapısal özellikleri, içeriği, önemi gibi konulara duyulan ilgi, neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir ve üstünde yapılan çalışmalar da an itibarıyla devam etmektedir.
Dilin ortaya çıkışı ile ilgili pek çok teori bulunmakta ve hangi teorinin daha doğru olduğu tartışmaları da halen sürmektedir. Bu teoriler, “Dil neden ortaya çıkmıştır?” ve “Dil nasıl ortaya çıkmıştır?” soruları etrafında yüzyıllardır dolanıp durmaktadır. Sonuçta, herkeste ortak olan düşünce, insan eğer akıllı bir varlıksa - ki öyle - mutlaka ve bir şekilde öteki insanla ya da insanlarla anlaşmak zorunda oluşu düşüncesidir. Buradan hareketle dilin, kendine özgü kuralları olan bir anlaşmalar sistemi olduğu gerçeği ortaya çıkar.
İnsanlar dillerini, sadece günlük konuşma ihtiyaçlarını gidermek amacıyla kullanmamışlardır. Dil ses, harf, hece ve sözcüklerden oluşan ve kuralları olan canlı bir varlıktır. Dil kullanılırken, kurallarına uyularak sözlü veya yazılı sözcük ya da sözcükler yığını elde edilir. İşin bu yönü, düzgün anlatım için gereklidir. Ailede ve okullarda, anadili öğretiminde ve eğitiminde ilk hareket noktası da budur.
Sözcükler… Dilimizde her sözcüğün, birkaç istisna dışında en az bir ya da birkaç anlamı daha vardır. Bu anlamlar, kullananın becerisine göre artabilir. Sözcüklere kimileri, sözlüklerde olmayan bazı anlamlar da kazandırabilirler. Böylece, bir konuşma ya da yazı metnini sözcüklerle doldurmaktan çok, sözcüklerin içini doldurma yolu açılmış olur. Bu durum dilde, deyim yerindeyse yeni bir sayfanın açılmasına ve dilin sanatsal kullanımına giden bir yola girilmesine neden olur. İşte “edebiyat”, bir başka deyişle “dilin sanatsal gücü” burada başlar.
Sıradan bir dil kullanıcısının, “Kendimi kaybettim.” demesinin edebi bir değeri yoktur; ancak, söze bir düşünsel derinlik ve coşku katan başka sözcükler eklenir ve sözcüklerin dizilişi de amaca uygun olarak sağlanırsa ortaya,
“Beni bende dimen bende değilim
Bir ben vardır bende benden içerü” (Yunus Emre)
gibi bir “edebiyat” ürünü çıkar ve her okuyanı pek çok yönden düşündürür. “Kendimi kaybettim.” anlatımı, kendisiyle eş anlamlı ya da yakın anlamlı başka bir cümleyle yeniden oluşturulabilir; ama Yunus Emre’nin bu iki dizesi için saatlerce konuşmak, açıklamalar yapmak ya da kitaplar yazmak gerekir. Çünkü, birinde hiçbir derinlik yoktur, ötekinde ise Yunus Emre’nin yaşamı, felsefesi, insana bakış açısı, dünya görüşü… , hepsi vardır. Bunu anlamak için de kişide, elbette yeterli bir altbilgi ve yaklaşım olmalıdır.
Dil, canlı bir varlıktır; bundan dolayı da toplumun benimsediği kültürlerden ve modalardan etkilenir. Değişik zamanlarda yerli, yabancı birçok değişik renklere ve kıyafetlere bürünebilir. 13. yüzyıl Türkçesiyle söylenmiş Yunus Emre şiiri böyleyken, 400 yıl sonra Nedim, bambaşka bir konuyu değişik bir Türkçeyle işlemiştir:
“Güllü dȋbâ giydin ammâ korkarım âzar ider
Nâzenȋnim sâye-ȋ hâr-ȋ gül-i dȋbâ seni” (1)
Yunus Emre, şiirinde insan odaklı bir dünyayı ve kendi özünde yaşadığı dini duyguların ağır bastığı bir felsefeyi, tasavvuf felsefesini 13. yüzyılın insanına ve yüzyıllar sonrasına duru bir Türkçe ile anlatırken burada renk turkuvaz, kıyafet ise İslami Türk kıyafetidir; ama Nedim, döneminin dilini Türk, İran ve Arap renklerine uygun olarak bir dantel gibi işlemiş, söz sanatlarıyla da zenginleştirmiştir. Görüldüğü gibi bu şiirlerde, ilgilenilen dünyanın yansıması ustalıkla ortaya konulmuş, sözcük seçimleri de ona göre yapılmıştır.
20. yüzyılda ise kimi çevrelerde yaşamdaki, insandaki, eşyadaki şiiri bulmak ve ortaya çıkarmak önem kazanmıştır. Örneğin Cahit Külebi, “Sivas Yollarında” şiirinde,
“Sivas yollarında geceleri
Katar katar kağnılar gider,
Tekerleri meşeden.
Ağız dil vermeyen köylüler
Odun mu, tuz mu, hasta mı götürürler?
Ağır ağır kağnılar gider,
Sivas yollarında geceleri.”
derken geceyi, kağnı katarlarını, meşeden yapılmış tekerlekleri, kimseye derdini açmayan köylümüzü; odun, tuz ve hasta taşımayı; kısaca yaşamın keder iletileriyle yoğrulmuş koyu renkteki şiirini yakalayıp ortaya koymuştur. Yunus Emre, yüreğindeki gerçeği açıklarken, Cahit Külebi toplumsal gerçeklere güçlü bir ayna tutmuştur. Nedim’in buradaki dizelerinde ise gerçek yoktur, sadece hayal ve kişisellik vardır; onun için de öbürlerine göre anlaşılması daha zor bir dili tercih etmiştir; çünkü şiirini her okuyan anlasın diye yazmamıştır; çağdaşları içinde, dünyaya kendisiyle aynı pencereden bakanların anlaması onun için yeterli olmuştur. Yunus Emre ve Cahit Külebi bu yüzden “edebiyat” denilen dil sanatını, dilin asıl sahibi olan halkın anlayışına sunarken Nedim, bireysel bir sanat anlayışıyla “edebiyat”ı belli bir kesimin anlayışı, övgüsü ve öteki şairlerle rekabet için oluşturmuştur.
“Edebiyat”, görüldüğü gibi değişik cevherlerin birlikte bulunduğu “dil” madeninden saf altın çıkarmak gibi bir çalışmalar yumağının ürünüdür.
Bu aşamada, dilden “edebiyat”a geçişin geçmişine de bir göz atmakta yarar vardır. Çağlar boyu bu geçiş için çok değişik yöntemler kullanılmıştır. Herkesin bildiği gibi şiir ve düzyazı yöntemi, sözlü ya da yazılı ürünler yaratma yöntemi. Elbette “yöntem” kavramının başka boyutları da vardır; bunları, ilk çağlardan itibaren Batı sanat ve düşünce evreninde aramak gerekir. Büyük Fransız romancısı Stendhal, “Bir roman, yol boyunca gezdirilen ayna demektir.” görüşüyle sanatı ve “edebiyat”ı yaşamın bir yansıtıcısı olarak gördüğünü belirtmiştir. Stendhal’in bu konudaki görüşü, Eflatun’un düşünce dünyasının (Devlet) kendisine yansıması olarak düşünülür. Buradan hareketle Rus siyaset ve devlet adamı, yazar G. Plehanov da “Edebiyat ve sanat, yaşamın aynasıdır.” görüşünü savunmuştur. Bizde de Namık Kemal’in bu görüşe, Celal Mukaddimesi’nde, ustası saydığı Victor Hugo’dan etkilenerek “Tiyatro cihanın aynıdır.” sözüyle katıldığı görülür.
Eflatun felsefesinde her şey bir yansımadır; ama her şeyin bir de özü vardır. Bizi etkileyen de odur. Asıl gerçek o özdedir. Özü, öteki insanlara yansıtmak ise sanatçının işidir. Yansıtırken ya olduğu gibi ya anladığı gibi ya da inandığı gibi yansıtır. Okuduğumuz bir şiir veya türü ne olursa olsun bir düzyazının bizi çekmesindeki ya da itmesindeki sır da burada olsa gerek.
M. Faruk CEZAYİRLİ
Comments