top of page

BAŞKÖŞE - BAŞTACI

Seyhan LİVANELİ

Saygı, sevgi, minnet ve rahmetle anıyoruz.

                                                                       ANADOLU SOYUT KÜLTÜR MİRASI                                

 

         İNSAN VE KÜLTÜR

 

         İnsanla ilgili bilgiler çok yaygın, fakat yaygın olduğu kadar dağınık ve birbirinden farklıdır. Çünkü her toplumda, o toplumun yaradılışı, tarihi gelişmesi, doğaüstüyle ilişkileri konularında, görsel materyaller ile çeşitli efsaneler, destanlar, yazılı ve sözlü kaynaklar vardır.  Bunların tümüne o toplumun ‘kültürel mirası’ denir.

         Belli bir toplumun üyesi olan insan kendi kültürel mirasını öğrenir, onu savunur, yaşatır ve kendisinden sonraki kuşaklara aktarır. Bu süreç, kültürel varlığımızın ön şartı ve kaçınılmaz işlevidir. Yabancılaşmayı ve bir kenara itilmeyi göze almadan, inanç ve değerlerimizin kültürel kaynaklarını reddedemeyiz.

 

         KÜLTÜR

         Kültür sözcüğünü biraz olsun açıklamaya çalışacağım.

         ‘Doğa canlı ve cansızlardan oluşan bir varlık alanıdır. Bu doğal çevrenin bir üyesi olan insan, doğaya karşı yaşam savaşımını sürdürürken, öteki canlılardan ayrılarak, kendi yaşantı, deneyim ve birikimlerini toplayıp biriktirerek, bugün KÜLTÜR adı verilen varlık alanını yaratan tek yaratık olmuştur. Bozkurt Güvenç’e göre KÜLTÜR, doğanın yarattıklarına karşılık, insanoğlunun yarattığı her şeydir.

 

         Her kültür sisteminin bir çevresi, uzak ve yakın komşuları vardır. Sistemin, çevresiyle sık ve sıkı kültürel ilişkileri vardır.

         Sonuçta kültür sistemi, çevresindeki uzak yakın öteki toplumlarla alışveriş içinde bulunan açık bir sistemdir. Hiçbir sosyal- kültürel sistem ne gökten iner ne de durup dururken yok olur. Her toplumun dünü, önceki günü, kısa veya uzun bir tarihi vardır. Bu günkü kurumlar ve değişkenler, az veya çok farklı olarak, dün de önceki gün de geçen yüzyıllarda varlardı. Sistemin kendisi tarihi bir varlık olduğu gibi, onu oluşturan her kurum ve değişkenin de kendi tarihçeleri vardır. En ilkelinden en ilerlemişine kadar hiçbir sosyal- kültürel sistem tek başına var olmaz. Sonuçta Kültür sistemi, çevresindeki uzak- yakın öteki toplumlarla alışveriş içinde bulunan açık bir sistemdir.

 

         Son yıllarda dünya aydınlarının kullanmaya başladıkları ‘Kültür Ekolojisi’ terimi iletişim teknolojisinin hızla ilerlemesinin tehdit oluşturduğunu anlatıyor. Tamamen evrim prensiplerinden doğan ekolojiye ilişkin bütün düşünceler uyum kavramına dayanıyor. Uyum ve denge kavramları kültür sözcüğünün yanına gelince, binlerce yıllık kültür birikimi ve kültür etkileşimleri ile ortaya çıkan zengin sentezleri anlatan kavram olan ‘Kültür Ekolojisi’ ne ulaşıyoruz.

 

         Kültürel kimliklerine sahip çıkmış toplumlar, binlerce yıldan süzülerek bu günlere ulaşmış kültür birikimlerini koruyup saklayarak gelecek kuşaklara aktarabilmiş toplumlardır.

         Gelenekselle evrensel arasında köprü kurmayı başarabilen toplumlar dünya üzerinde saygın yer bulduğu gibi, her alanda başarıyı yakalar.

 Anadolu ile ilgili ilk yazılı kaynaklara ulaştığımız Hititlerden başlayan, üzerinde yerleşen her medeniyetin ayrı bir renk kattığı, Pir Sultanıyla, Yunus Emre’siyle, Hacı Bektaş’ıyla, Mevlana’sıyla, Nasrettin Hocası, Âşık Veysel’iyle, Anadolu kültür renklerini düşündüğümüzde, kültür alanında ne kadar zengin olduğumuzu ve sorumluluğumuzu hissedebiliriz.

         Binlerce yıllık zengin mirasına sahip, çağdaşlaşma sürecinde olan ülkemizde kültürel birikimimizi tanıma, gelecek kuşaklara aktarma ve arşivleme toplumsal sorumluluğumuzdur.

         Halk Kültürünün içine girdiğimizde kendimizi halk müziği, halk oyunları, halk edebiyatı, gelenek ve görenekleri, inançları, el sanatları, mimarisi, halk hekimliği, halk mutfağı gibi çok zengin bir kültür bahçesinde buluruz.

          Birey ve toplum bilinci ile bizlere düşen, bu bahçeniz sayısız renklerini koruyup saklamak, gelecek kuşaklara aktarmak, dünyaya çağdaş formları ile tanıtmaktır.

          Halk Kültürünü Araştırma ve Geliştirme GENEL MÜDÜRÜ olarak görev yaptığım dönemde bu konuda çalışmalar yaptım.

          Kültür Bakanlığının çok önemli bir birimi olan bu genel müdürlüğün kuruluş amacı Folklor araştırmaları yaparak elde edilen yazılı, sözlü, işitsel ve görsel bilgileri toplamak, arşivlemek, yayına dönüştürmek, gelecek kuşaklara aktarmak.  Şu anda Türkiye’nin en önemli Halk Bilim arşivine sahip bu genel müdürlüğün 70 yıllık araştırmaları sonucu elde edilen on binlerce belgeden pek çok bilim insanı, konu ile ilgili kişiler, öğrenciler yararlanmaktadır.

Gelişmekte olan ülkelerde ortak kültürlerin korunması, saklanması ve gelecek kuşaklara aktarılması sorunu 2002 yılında İstanbul’da UNESCO’ ya bağlı ülkelerin Kültür Bakanları’nın katıldığı uluslararası toplantıda tartışıldı.

          Kültür Bakanları 3. yuvarlak masa toplantısının teması ‘Soyut Kültür Mirası’ idi.

          Soyut Kültür Mirasının ulusal ve evrensel düzeyde derlenmesinde, sınıflandırılmasında, irdelenmesinde, değerlendirilmesinde, tüm teknik olanaklarla belgelenmesinde, korunmasında, tanıtılmasında, bunlara ilişkin toplum bilincinin geliştirilmesinde, uluslararası iş birliğinin koşulları tartışıldı. Bu çok önemli toplantının ardından, alınan kararlar doğrultusunda da Anadolu soyut kültür mirasının bazı ürünleri Unesco korumasına alınmaya başlandı.

          Ulusal Kültürümüzün, ‘Kültür Bakanlığı’nın sorumluluğunda olduğu dönemde Halk kültürümüze gösterilen duyarlılığa ‘Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın da sahip çıkacağına inanmak istiyorum. Popüler kültürün geleneksel kültürü böylesine tehdit ettiği bu dönemde, HAGEM gibi folklor araştırmaları yaparak binlerce yıllık kültürel birikimi, korumak ve gelecek kuşaklara aktarmak için kurulmuş bir biriminin görev alanlarını daraltmak, elbette bazı kaygıların doğmasına neden olmuştur.

          Halk kültürünün Pertev Naili Boratav’la yıllar önce başlatılan, Halk Müziği konusunda ve diğer alanlarda Bella Bartok gibi önemli isimlerin de Anadolu’ya gelerek araştırma yaptıkları çalışmaların hızla sürdürülüp arşivlenmesi ve tanıtılması gerekir. 

          Her somut kültür mirasının arkasında soyut kültür vardır. Örneğin kilimlerimizi ele alırsak, üzerlerindeki motiflerin bir duyguyu, toplumun geleneklerini anlattıklarını görürüz. Anadolu kilimciliği 8 bin yıllık bir gelenektir, kökeni neolitik çağlara dayanır. Bu gelenek sürdürüldüğü için de şu an doruğa ulaşmıştır. Dikkat edersek, kilimlerde kullanılan motifler genellikle halıda, çinide, mermer ve tahta oymacılığında kullanılanların aynıdır. Kilimlerin motifleri, yaşanılan çağın özelliklerinin yanı sıra yörenin gelenek ve göreneklerini, dokuyan kişinin beklenti ve ümitlerini anlatır.

          Aynı iğne oyalarında olduğu gibi, halıda, çinide, mermer, taş ve tahta oymacılığında olduğu gibi.  Ayrıca bu motiflerden hareketle dünyanın ilk dönemlerin den kimlerin nereden göç ettiğine kadar bilgi alabiliriz. Örneğin Kızılderililerde de benzer motiflerin kullanılıyor olması bazı araştırmaları gerekli kılmıştır.  Yeni Dünya düzeninde bu bilgilerin önemi tartışılamaz.

          Anadolu kadınının bir ifade biçimidir.

         ANADOLU KİLİMLERİNDE KULLANILAN BAZI MOTİFLERİN ANLAMLARI

         Eli Belinde: Analık ve doğurganlık kavramlarını simgeler.

         Koç Boynuzu: Bereket, uğur, kısmet, mutluluk neşe, uzun ömür, kahramanlık ve kuvvet sembolüdür.

         Çengel: Sivri uçları ile kötü bakışlardan koruma özelliği taşır.

         Saç Bağı: Genç kızların evlilik isteklerini anlatır.

 

 

         Bu şekiller ve anlamları daha da sıralanabilir. Benim anlatmak istediğim binlerce yıl öncesinden süzülerek gelmiş, bir toplumun kimliğini ortaya koyan, soyut kültürün ne denli önemli olduğu.

         Örneğin merkezi Kütahya Simav olan Yaren Teşkilatı, günümüzde sivil toplum kuruluşlarına, kulüplere dönüştürülen bu teşkilatın kuruluş amacı yaren sohbetleriyle ve yarenlik kurallarıyla yeni yetişen gençlerin boş kalmalarını engellemek, kötü yollara sapmalarını fırsat vermemek, toplum için düzgün birey yetiştirmektir.

         Uygun olmayan davranışları görülen kişi uyarıları da dikkate almıyorsa, teşkilattan atılır.  Bu atma şekli de atılacak kişinin eline bir çıra yakılır verilir, karanlıkta yolunu bul ve buralardan git anlamındadır. İşte çırası yanmak tabiri de buradan kalmıştır.

         Tarihi Orta Asya’ya dayanan bu geleneği kökü Ahilik Teşkilatıdır. Hepinizin bildiği gibi merkezi Kırşehir, kurucusu Ahi Evran olan bu teşkilatın şimdiki karşılığı Ticaret Odalarıdır.  Esnafın daha usta çırak ilişkisi ile yetiştirilmesinden, bir ticarethane açıp açamayacağı kararına kadar yetkili olan bir teşkilat.  Bütün amacı kaliteli mal üretmek, makul fiyatlara satmak.

         Hepinizin bildiği ‘Pabucunu dama atma’ sözü de buradan kalmıştır.  Ayakkabı üretiminde çıraklıktan başlayıp yetiştirilen bir gencin, işi öğrendikten sonra kendi başına üretim yapıp yapamayacağı ahilerden oluşan bir jüri tarafından sınavla belirlenirdi. Artık yetiştiği kabul edilen çırağa bir ayakkabı yapması söylenir, yaptığı ayakkabı jüri tarafından kalitesiz veya işçilik hatalı olduğu tespit edilirse, o çırağa dükkân açma hakkı verilmez yaptığı beğenilmeyen pabuç dama atılırdı.

         Geleneksel kültürün gelişen toplumlarda aynen devam etmesi tabiî ki düşünülemez. Şekil değişir ama bilinç kaybolamaz.  Ancak böyle köklü gelenekleri olan, insana, dürüstlüğe yüz yıllardır önem vermiş bir toplumun bu günlerde yaşadığı yozlaşma, sevgisizlik, kaybetmememiz gereken bu geleneklerin modern yaşama taşınırken büyük kayıplar verdiğini gösteriyor.

         Her sanatçı kendi gelenekleri ve yetiştiği yaşadığı toprakların özümsediği kokusu ile sanat eserini yaratır. Bunu sanatla biraz ilgisi olanlar, çok iyi bilirler. Bir sanat eserini ortaya çıkarmak beyin işiyse eğer, bu beynin şekillenmesinde yaşadığı kültürün çok önemli bir patı vardır. Ressam, müzisyen, heykeltıraş, yazar yaşadığı kültürü yansıtır. Picasso İspanyol olmasaydı, Guernika’yı bu kadar etkileyici yapabilir miydi? Nuri İyem’in ve Fikret Otyam’ın kadınlarında Anadolu’yu görürsünüz.

         Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’unda, Fakir Baykurt’un öykülerinde Anadolu insanının yaşantılarını bulursunuz.  Yaşar Kemal’in romanlarından Anadolu’yu dünya tanır. Meryemce’yi, Memed’i onlar da bilir artık.  Aynen bizlerin Anna Karenina’yı, Madam Bovary’i bildiğimiz gibi.  Geleneksel evrensele uzanmıştır.

 

        Görüyoruz ki soyut kültür, yaşamı sanatı nasıl da kucaklamış.

        Fado, Flamenko, Türküler işte o ülkenin halklarının sesleri. Sanatçı eserini kimlik kaygısı ile yapmaz ama esere baktığınızda doğal olarak bunu fark edersiniz.

 

         Burada yeri gelmişken Ahmet Cemal’in bir yazısından kısa bir alıntıyı sizlerle paylaşmak istiyorum.

         Sanat, sonsuzluğa uzanan en şaşmaz yollardan biri. Ama onun kadar şaşmaz bir diğer yol da bizi izleyen kuşaklardaki birilerinin bizleri şu ya da bu biçimde yaşatmayı sürdürdüklerine tanık olmak. Bununla demek istediğim, bizden sonrakilerin bizi anmaları değil, adımızı söylemiyor da olabilirler. Asıl önemlisi, bizlerden aldıkları, yani geçmişten getirip iletmeyi başardığımız birtakım değerleri daha da zenginleştirip boyutlandırarak yeniden var etmeleri.

         Yani geçmişi bilmek önemli, onu kopya etmek değil, geçmişten aldıklarını yeni çağdaş tarlalara ekip üretmek, yeni ürünler almak önemli.  Geçmişi aynen alıp kopya etmek, o kültüre hiç layık olmamak anlamına gelir.  Ahmet Haşim, taklit endişesini, ‘Geriye bakarak ileri yürünmez, ayağın takılır düşersin’ sözleriyle dile getirir.

         Geleneklerine sahip çıkarak çağdaşlaşmış toplumları görünce, imrenmemek elde değil, üzülmemek elde değil. Dünyaya şöyle bir göz atalım Japonlar Japon gibi yaşamanın en güzel örneğini veriyorlar.

         Paris’te bir kitapçı dükkânına girdiğinizde geçen yüzyıldan beri aynı ailenin işlettiğini görebilirsiniz.

         Gelişmiş ülkelere baktığımızda hepsinin geleneksel geçmişine bağlı olduğunu görürsünüz.

         Günümüzde geleneklerimizin çoğunu kaybettik. Gün geçtikçe de hafızasız toplum olma yolunda yürüyoruz.

         Oysa kurumları, gelenekleri korumak, topluma, dolayısıyla insana bir güven duygusu yerleşiklik bilinci kazandırır. Çok sıradan görünen bir mekân anılarla değer kazanır anlam bulur.

         Biz ise yerli olmak ve geleneksel değerlere sahip çıkmak ayıpmış gibi kimliğimizden kurtulmaya çalışırız.


         Ve böylece batılı olacağımızı sanırız.

         Oysa batı tek boyutluluk ve tek üniforma değil ki!

         Bugün ikisi de Avrupalı sayılan Finlandiyalı ve Portekizli arasında hiçe bir benzerlik yoktur. Ne yemekleri ne müziklerin, görüşleri, ne kültürleri birbirine benzer.

         Oysa ikisi de Avrupalıdır. Çünkü iki ülke de Avrupa düşüncesinin temelini oluşturan ilkeleri benimsemiştir. Türkiye’nin batılı olması kendi kültürünü koruması ile mümkün olacaktır. Dünyada başarıya ulaşmış ‘Taklit Ülke’ yoktur.

         Günümüzde, Türkiye’nin bir numaralı sorunu kültür.

         Bu yıllarda geleneksel kültürden kopmuş, çağdaş değerleri bir türlü benimseyememiş bir toplumun arada kalmış insanları olarak çırpınıp duruyoruz. Ve bunun bir kültür sorunu olduğunu bir türlü göremiyoruz nedense. Fabrikada işçi ile işverenin ilişkisi bir kültür.  Siyasi geleneklerimizin tabanında kültür var.  Her yıl trafik kazalarında bunca kurban vermemizin temelinde de kültür var.  Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki atılım ruhunu, inancını, onurlu ve bağımsız tavrı yitirdiğimiz düşünülüyorsa eğer, bu da bir kültür sorunudur.

         Bütün sorunlarımızın kaynağı kültüre dayandığına göre, çözüm de yine kültürdür.  Bunun başka yolu yok. Bir ülkenin kültür yaşamı boşluk kaldırmaz.

         Jorge Luis Borges’in ‘alçaklığın evrensel tarihi’ kitabı dünyadaki ünlü alçakları anlatıyor.

         Peki alçaklığın panzehiri nedir?  İnsanoğlu alçaklıktan, acımasızlıktan nasıl kurtulabilir?

         Buna ben merhamet ve hoşgörü diye cevap veriyorum.  İnsanın insana, doğaya, hayvanlara, bitkilere merhamet duyması ve hoşgörüyle yaklaşması. Ne yazık ki modern dünyada bu insanca duygu- belki de insanoğlunun en temel duygusu- giderek azalıyor. Evrensel alçaklık, bencillik ve hoşgörüsüzlük her gün daha çok kişiyi pençesine alıyor.

         Hatta bugünün kitle kültürü alçaklığı, acımasızlığı, vahşeti ve zulmü kışkırtıyor.

 

         Hastanede yanıklar içinde yatan oğlunun tedavi parasını alıp kaçan bir anne, bilezikleri için eltisini bıçakla delik deşik eden bir genç kadın. Arabayla çarptığı bir insanı, orada öylece bırakıp kaçan sürücü. Üstelik çarptığı kişiyi kurtarmak için bir çaba bile göstermeden yaşamını nasıl sürdürebilir?  Gün geçmiyor ki içimizi burkan, bize ne oldu böyle dedirten bir olay duymayalım.

         Merhamet dostluk, kardeşlik gibi kavramlar giderek timsahlaşan dünyada ‘naif’ sayılıyor.

         Oysa insanoğlu sosyal bir yaratıktır.  Dayanışma olmadan ayakta kalamaz. Ben yine de umudumu yitirmiyorum, alçaklığın evrensel tarihi yanında bir de insanoğlunun evrensel tarihi var, Hoşgörü ve merhamet duygularıyla yoğrulmuş binlerce yıllık Anadolu kültürümüz var.

 

         Yunus Emre’nin

               Gelin tanış olalım,

               İşi kolay kılalım,

               Sevelim sevilelim,

               Dünya kimseye kalmaz, sözleri yüreklerimize su serpiyor.

        Bir sonraki yazımda Anadolu Kültürüne devam etmek üzere.

bottom of page